Periler Kıtası’nın yöneticisi, Kraliçe Azure idi. O, hem Birleşik Krallık’ın asil kanına, hem de peri soyuna mensuptu. Aynı zamanda çok güçlü bir toprak bükücüydü.
Bu kıtada güce sahip olan herkes, yeteneklerini topraktan alırdı. Periler Kıtası; bereketli toprakları, yemyeşil ormanları ve düzenli yapısıyla adeta bir cenneti andırıyordu. Fontaine’nin tüm toprağı, Azure’nin denetiminde diğer kıtalara dağıtılırdı. Burada her şeyin bir düzeni vardı—tıpkı diğer kıtaların da kendine özgü görevleri olduğu gibi.
Periler Kıtası’nın kapısına ulaştım. Asiller Kıtası’ndan ayrılmadan önce, Periler Kıtası’na geleceğimi Kraliçe Azure’ye aceleyle bildirmiştim. Artık kapıdan içeri girmeye hazırdım.
Her gittiğim kıtada içimde ayrı bir özlem hissediyordum. Ama görevim, tüm kıtaları ziyaret etmekti. Belki görevim sona erdiğinde, Birleşik Krallık’taki balkonumda oturup buz gibi bir kokteyl içebilirdim. Şimdilik tüm dikkatimi görevime vermeliydim. Düşüncelere dalmışken kapının açıldığını fark etmemişim.
Karşımda, Zelan’ın düğünündeki o kaba ve bir o kadar da ukala Prens Ezra vardı. Atının üzerinde ciddi bir ifadeyle duruyordu:
— Hoş geldiniz, Prenses Maeve.
Davranışlarından anladığım kadarıyla, buraya gelmeye pek de gönüllü değildi. Hafifçe gülümsedim:
— Hoş bulduk, Prens Ezra. Eğer işiniz varsa gidebilirsiniz, sarayın yolunu bulurum.
Ezra, alaycı bir gülümsemeyle:
— Tabii tabii… Siz zaten sarayın yerlisisiniz, yolu bulursunuz elbette.
Ah, şu adam! Şeytan diyor ki bir güzel patlat şuna... İçimden söylenirken, Ezra atını çevirip oradan uzaklaştı. Saraya kadar bana eşlik etmesi gerekirdi ama yapacak bir şey yoktu.
Eşyalarımı askerlere teslim ettim. Ben ise Periler Kıtası’nı gezmeye karar verdim. Akşam güneşi eşliğinde gökyüzüne doğru yükseldim.
Kendime “Burada da şimşek kadar hızlı mıyım?” diye sormadan edemedim. Evet, hala çok hızlı uçabiliyordum. Ama bu sefer çevreyi incelemek için yavaşlamaya çalıştım. Periler Kıtası bir harikaydı. Bu kadar yeşil ve yüksek dağlarla bezeli bir kıta görmemiştim. İçimi huzur kapladı. Sanki her kıtada bir parçam kalmış gibiydi.
Asiller Kıtası’nda neden hava büktüğümü düşünürken yere indim.
— Tamam, hadi bakalım.
İndikten sonra önümdeki korkuluğa doğru bir hava akımı gönderdim. Güçlü bir rüzgar, korkuluğu ağaçların arasına savurdu. Kahkahalarla gülmeye başladım. Meğer Peter Finn’in verdiği kitabı iyi okumam gerekirmiş. Hava bükücülük konusunda pek de bilgim yokmuş. Her şeyi refleksle yapıyor, bükmelerim kontrolden çıkıyordu.
Birden yanı başımdan bir ses duydum:
— Siz... hava mı büküyorsunuz?
Ses çok yakındı ve ani geldiği için korkuyla sıçradım. Ayağımı sertçe yere vurunca, toprağın havalanıp ağaca doğru kıvrıldığını gördüm. Hem ben hem de Ezra bu sahne karşısında şaşkınlıkla birbirimize baktık.
— Ne? Ben... ben toprak mı büktüm?
Ezra, sanki karşısında bir ucube varmış gibi bakarak sordu:
— Sen... nasıl hem hava hem de toprak bükebiliyorsun?
Yüzünde tiksintiyle karışık bir merak ifadesi belirdi. Sert bir tonla karşılık verdim:
— Benden iğrenme ve farklı olduğumu düşünme! Ben Birleşik Krallık’ın prensesiyim. Sizler gibi tek bir gücüm olması gerekmiyor! Annemle babam ilahi güçlere sahip, bunda şaşıracak ne var?
Tepkim karşısında tek kelime edemedi. Ama ben de kendi içimde şüpheye düşmüştüm. Neden bükücü olmuştum? Yoksa... ilahi güçlerimi mi kaybettim?
Bu düşünceler içinde kaybolmuşken Ezra, yüzüme elini şıklatarak seslendi:
— Niye sürekli dalıp gidiyorsun? Periler Kıtası’nı beğenmedin mi yoksa? Merak etmiyorum ama... iyi misin?
Sersem sersem bakarken iyi olduğumu söyledim. Sonra aklıma geldi:
— Sen hani gitmiştin? Beni nasıl buldun?
Gökyüzüne bakarak egolu bir şekilde cevapladı:
— Gitmiş olabilirim, ama sen benim yanıma geldin. Ayrıca ben bu kıtanın prensi olduğum için... sana hesap vermem gerekmiyor.
Sabırla havalanarak ondan uzaklaştım:
— Aynen, aynen. Sen buranın prensisindir, güle güle!
Yanından şimşek gibi ayrıldım. Arkamdan dağılan saçlarını düzelttiğini görüp içimden güldüm. Keşke bu kıtaya gelmeden önce onun burada olduğunu hatırlasaydım, başka bir yere giderdim!
Uçarken, iki dağın arasında parlayan günbatımı dikkatimi çekti. Saray da tam oradaydı. Hızla saraya yöneldim. Akşam yemeği için kraliyet salonuna indim...
Salonda beni karşılayan hizmetkarlar kapımı açtı ve yemek salonunu işaret etti. Masada Kraliçe Azure ile Prens Ezra oturuyordu. Azure beni içten bir gülümsemeyle karşıladı ve masaya davet etti. Ezra ise başını kaldırmadan yemeğine devam etti.
Azure, Periler Kıtası'nda iyi vakit geçirmemi dileyerek sarayda bana özel bir oda hazırlattığını söyledi. Yemekten sonra odamı bulmak üzere ışınlandım… ya da ben öyle sanmıştım. Işınlandığım oda, aslında Prens Ezra’nın odasıydı.
Ezra'nın öfkeli sesiyle irkildim:
— Öhööö! Benim odama da girmezsin artık! Prenses Maeve, burası gördüğün gibi benim özel alanım! Lütfen kendi odanıza gidin!
Gıcık odasından beni kovduğu için çıkmadan önce, sırf sinir etmek amacıyla camını hava bükerek sonuna kadar açtım. İçeri giren şiddetli rüzgar tüm belgelerini ve kağıtlarını savurdu. Kapıdan çıkarken alaycı bir şekilde arkamdan seslendim:
— Bay bayyy!
Sonunda kendi odamı buldum. Odaya girince ilk dikkatimi çeken şey, büyükçe bir balkona sahip olmasıydı.
— Bu balkon mu!
Çığlık atmam Ezra’yı oldukça sinirlendirmiş olacak ki, bir anda duvar sallandı.
— Gıcık! Ne olacak başka!
Balkona yürüdüm. Manzara büyüleyiciydi. Bu kıtayı gören herkes benim gibi çıldırabilirdi.
— Vayyy! Ne kıta be! Gerçek bir asalet… İçim huzur doluyor.
Bir süre sessiz kalıp balkon koltuğuna uzandım. Burası gerçekten de harikaydı. Fakat görevimi neredeyse unutuyordum. Hemen toparlanıp ayağa kalktım. Önce eski güçlerimi teyit etmem gerekiyordu. Gözlerimi kapatıp içsel enerjimi hissetmeye çalıştım. Derinlerimde bir şey kıpırdadı… ama bu his acı vericiydi.
— Bu da ne?!
Vücudum enerjiyi reddediyor gibiydi. Daha doğrusu… yeni ruhum kabul etmiyordu. İçimde başka bir benliğin yerleştiğini hissediyordum. Artık ben, o eski ben değildim. Görünüşüm aynıydı ama içimdeki enerji… tamamen değişmişti. Kalbimin derinliklerinde bir soğukluk vardı. Saf ve masum tarafım siliniyordu. Artık sürekli tetikte olan bir halim vardı.
Düşüncelere dalmışken yan balkondan Prens Ezra’nın sesi geldi:
— Bu kız çıldırmış. Geldiği gibi bağırıyor, gürültü yapıyor. Bundan sonra uyku yok desene!
Söylene söylene odasına döndü. Gülmekten kendimi alamadım. Balkondaki manzaranın keyfini çıkarmaya devam ettim. Ancak bir süre sonra uykum ağır bastı ve balkonda sızıp kaldım.
Sabah kalktığımda her yerim tutulmuştu. Serin rüzgar yüzüme vuruyordu. Kendime gelip güzel bir kıyafet seçtim ve kahvaltıya indim. Henüz kimse gelmemişti. Hizmetkarlar kahvaltımı hazırladı, ben de sessizce yemeğimi yedim.
Bugün ne yapacağım konusunda kararsızdım. En iyisi şehir merkezine inmeye karar verdim ve saraydan ışınlandım. Periler Kıtası’nın en büyük ve gözde şehrine indim. Çevreyi dikkatlice inceledim, herhangi bir olumsuzluk var mı diye kontrol ettim.
Yolum bir kafeye düştü. Apple Martini adlı kokteylden istedim. Elma ve limon aromalı bu içki, damağımda harika bir tat bıraktı. O kadar hoşuma gitti ki, üç bardak daha istedim. Bugün biraz fazla içmiştim ama keyfim yerindeydi.
Kafedeki insanlar bir anda tezahürat yapmaya başladılar. Ne olduğunu merak ederek kalabalığın arasından baktım. İki kişi masada bilek güreşi yapıyordu. Yenilen yerini başka birine bırakıyordu.
İç sesim uyarıyordu:9Please respect copyright.PENANA5TaH5sqaC6
— Saçma! Sakın sen de bu oyuna katılma. Hemen göreve dönmeliyiz!
Ama içimdeki eski ruhun etkisiyle kendimi bilek güreşi masasında buldum. Karşımdaki adam gümüş bir dişle sırıtarak:
— Bir kız mı beni yenecek?
Yüzümü buruşturarak cevap verdim:
— İyi olan kazansın.
İlk başta zorladı ama sonunda tüm gücümle bileğini bastırdım. Masada bir alkış koptu. Gururla kafeden çıktım. Ancak canım sıkılmıştı. Ne yapacağımı bilemediğim için ormana ışınlandım. Açık bir alanda sihir çalışması yapmaya başladım. Ancak artık ağaç yaratamadığımı fark ettim.
Yanımda getirdiğim Peter Finn’in hediyesi olan kitabı açtım. Hava bükücülükle ilgili ilk sayfaları inceledim. Pozisyonlar ve teknikleri resimlerle anlatıyordu. Tek tek hepsini denedim. Başta çevreye dağınık rüzgarlar saçtım ama saatler sonra kontrollü bir bükme yapmayı başardım.
Öğlene doğru yaklaşıyordu. Periler Kıtası ilkbahar mevsimini yaşıyordu ve güneş pek yakmıyordu. Gölgede dinlenmek için bir ağacın altına oturdum. Arkadaşlarımı ve ailemi çok özlemiştim. Yanımda getirdiğim kokteyli kafama diktim.
Tam o sırada Prens Ezra aniden ışınlandı ve önümde dikildi.. Yüzünde her zamanki somurtkan ifadesi vardı.
— Annem Azure ısrar etmese kesinlikle gelmezdim, ama Periler Kıtası’nı gezerken sana rehberlik edeceğim. İşlerim var, bu yüzden seni gideceğin yere bırakıp döneceğim.
Kendimi tutamayarak biraz alaycı konuştum:
— Teşekkürler ama buna gerek yok. Gayet güzel kendim de gidebiliyorum. Yanlış anlama ama… ne iş yapıyorsun sen?
Bir an duraksadı, sonra göğsünü kabartarak cevapladı:
— Ben sadece bu kıtanın prensi değilim. Aynı zamanda tüm ordunun generaliyim. Her gün onlarca işim var!
— Anladım, sakin ol General... Bakalım ne kadar iyi bir savaşçısın?
Ezra, ne demek istediğimi anlamadan yüzüme baktı. Gülümseyerek yerden bir dal aldım ve ona fırlattım.
— Hadi, kapışalım!
Bilmiş bir edayla kıkırdayarak cevapladı:
— Tamam, ama kaybedersen bana ne alacaksın?
— Kaybetmeyeceğimden emin olabilirsin. Asıl sen kaybedince bana ne alacaksın, onu düşün.
Kahkahalar eşliğinde dal kapışmasına başladık. Yerden hafifçe yükselerek darbelerimi yönlendirdiğimde Ezra öfkeyle bağırdı:
— Bu hile! Uçma, yere in!
Ben de yere indim. Ancak o anda toprağı bükerek beni birkaç adım geriye fırlattı. Şaşkınlıkla bağırdım:
— A-aa! Asıl senin yaptığın hile!
Ayağımla yere vurarak ben de toprağı bükmeye çalıştım. Henüz ustası olmasam da, toprağın dalgalanmasıyla Ezra bir anda havaya fırladı. Düşmeden hemen önce şimşek hızında onu yakaladım.
Onu kucaklarken gülerek söyledim:
— Şunu söylemeliyim. Belli etmiyorsun ama… bu ne kilo böyle?
Ezra’yı güçlükle yere bıraktım. Suratı ekşidi, kaşları çatıldı. Soğuk bir ifadeyle:
— Tamam, bu oyun burada biter. Küçük çocuklarla oynayacak yaşta değilim. Ben orduya dönüyorum.
Arkasını döndü ve ışınlanarak ortadan kayboldu.
— Hıh! Ben miyim çocuk? Ben ölümden döndüm be! Bu kendini ne sanıyor böyle?
Sarayın yolunu tuttum ve odamın kapısını sertçe kapattım. Zaman geçmek bilmiyordu. Merakla Asiller Kıtası'nda neler olup bittiğini görmek için bir solucan deliği açtım. İlk olarak Efsin’e baktım. Üzerinde general kıyafetleriyle sarayın büyük salonunda Seltemen ile konuşuyordu.
Leo’yu da merak etmiştim. Solucan deliğini ona çevirdim. Odasında sinirli sinirli yatağa oturmuştu. Üzerindeki gömleği çıkardığı anda panikle solucan deliğini kapattım.
Sapık gibi başka birinin odasını izlemek… Yok, yok! Asla benlik bir şey değil!
Akşam yemeği zamanı geldi. Kraliçe Azure ile aynı anda yemek salonuna ışınlandık. Bu tesadüfe kahkaha atmadan edemedim. Ezra suratını buruşturdu, annesini selamladı.
Azure, her zamanki yumuşak sesiyle:
— Prenses, nasıl gidiyor? Keyfin yerinde mi?
— Çok iyi! Süper! dedim gülümseyerek. Kadın tam bir tontondu, ona karşı ters olmak mümkün değildi.
Azure yemekte, iki hafta sonra Periler Kıtası’nda büyük bir Bahar Şenliği düzenleneceğini söyledi. Bu ilk kez duyduğum bir etkinlikti ve ilgimi fazlasıyla çekmişti. Şenlikten biraz bahsettikten sonra Azure salondan ayrıldı.
Ezra masada kalmıştı. Hala yemek yiyordu. Ona bakıp gülümseyerek:
— Neden bu kadar çok yiyorsun? Yarım saattir masadasın!
Ezra sinirle gözlerini devirdi ve masadan kalktı. Mırıldanarak sabır dileyip ışınlandı. Ben de odamın yolunu tuttum. Uzandım yatağa. Bu yorucu günün sonunda gözlerimi kapattım.
— Yarın ne yapacağıma sabah karar veririm... Şimdi uyku zamanı.
Göz kapaklarım ağırlaştı ve derin bir uykuya daldım.
BÖLÜM SONU...
ns216.73.216.44da2